Baş ağrısı
Hal bu iken, uzun ve meşakkatli bir tarih süreci geçirmiş olmasına rağmen ‘iyi’nin hala “iyiler” bütünlüğüne kavuşamamış olması, kimin hanesine yazılır bilmem ama ahmaklık değil de nedir?
Her şeyi bir kenara bırakıp kısa süreliğine içsel bir yolculuğa çıkıldığında, karşımıza gündelik yaşam koşuşturmasında unuttuğumuz, bizi bir hayli şaşırtan çeşit çeşit olaylarla karşılaşabiliyoruz. Bu içsel dünyada her bir görüntünün vücuda gelmiş haliyle bağ kurduğumuzda ise, kendimizi akışına kaptırdığımız dış dünyamızı sorgulama eğilimi baş gösterebiliyor haliyle. Çünkü gündelik hayatta en iyi ihtimal sevdiğimiz işleri yapıyor olsak da, çoğunlukla başkası için yaşıyoruz veya tam tersi, başkası da bizim için yaşıyor. Belki de böylesi daha kolay herkes için ama kabul etmeliyiz ki ideal olan ya da asıl arzu ettiğimiz bu değildir. Çünkü ikame hayatlar, özgün yaratıcılığın biteviye cinayet işleyen seri katilleridir, bana göre.
Tercih nedir; doğru bir seçeneği işaretlemek mi, yoksa kafamızdaki seçeneğe meyletmek midir?
Tercihlerimizi kafamızın içinde yarattığımız dünyada oluşan ihtiyaca göre mi, yoksa yarattığımız bu dünyayı baskılayan dış dünyanın ihtiyaçlarına göre mi yaparız?
Bir tercih bir kere kafaya koyulduysa ve her ne olursa olsun vazgeçilemiyorsa, ortada ruhen bir hastalık mı var, yoksa inatla gelecek bir başarı mı? Belki de her ikisi: hastalıklı bir başarı!
Kafada yaratılan dünya, tamamen dış dünyadan bağımsız değildir ve bu yüzden ihtiyaçları ve tercihleri de dış dünyaya göre yeniden şekillenebilir. Olabilirliği yok sayan her karar ya insanı kaybeden ya da insana kaybettiren bir direnç halinden öteye gidemez. Sürekli zamandan çalan bir kısır döngüye dönüşür bu kaybediş.
Tabi ki bu da inanca, ideolojiye göre şekillenmiş özgürce bir tercihtir fakat kafaya koyduğunuzun etki alanında sadece siz var iseniz, bu özgürce bir tercihtir. Aksi ise, bize günün sonunda kötü bir tercih olduğunu söyler.
İranlı toplumcu yazar Samet Behrengi, daha çok 12 Eylül darbesinden sonra yasaklı kitaplar arasına giren ve hala İran’da yasak olan “Küçük Kara Balık” eseriyle bilinir. Yazarın çocuklar için yazdığı; emeği, özgürlüğü, insan onurunu konu alan yirmiye yakın kitabı var. Bunlardan biri olan “Pancarcı Çocuk” kitabında “feleğini arayan adam” hikayesi seçeneklere yaklaşım şekli ve ortaya irade koyma denge/dengesizliğine iyi bir örnektir.
Söz konusu hikâye, özetle şöyledir: Adamın biri, ne yapsa, ne etse, nereye el atsa işleri bir türlü yoluna girmiyor. Feleğin sillesini yemiş olan bu adamın canına tak etmiş bu durum. “Kalkıp şu feleği arayayım da, talihimin hesabını sorayım” demiş. Yollara düşen adam, ilkin bir kurda rastlamış. Kurt önünü kesip nereye gideceğini öğrendikten sonra “Tanrı aşkına adamoğlu, o feleği bulabilirsen benden de selam söyle. Devamlı bir baş ağrısı çekiyorum. Sebebini bir öğreniver” demiş. (Epey yol gittikten sonra, yenilmiş ve savaştan kaçan bir kral ile damağı sürekli kaşınan devasa balıktan konuyu uzatmamak için bahsetmeyeceğim burada.) Velhasıl kelam, az-uz, dere-tepe düz gittikten sonra adam bahçesinde çalışan feleği bulunca ilk önce kendi işlerinin neden sürekli kötü gittiğini sormuş, sonra söz verdiği diğerlerinin sorunlarını dile getirmiş. Bahçedeki bazısı kuru, bazısı su dolu evleklerin yeryüzündeki insanların varlıklarının karşılığı olduğunu öğrenmiş felekten.
Hemen kuru olan kendi evleğini su ile doldurup “Bundan sonra benim işlerim yolunda gidecek” deyip oradan ayrılmış.
Tekrar karşılaştığında ortak zenginlikler, mutluluk-huzur vaat eden kral ve balığa, sıkıntılarının sebebini iletip çarenin anahtarı kendisinde olmasına rağmen dertlerine çare olmayı reddetmiş ve onlardan ayrıldıktan sonra kurdun yanına gelmiş. Kurt “Benim baş ağrımın sebebini öğrenebildin mi?” deyince, “Evet, bir ahmak insanın etinden bir ısırık alırsan derdinden kurtulursun,” deyince kurt da “Senden daha iyi ahmak mı olur” dedikten sonra üzerine saldırıp diş geçirmiş ve böylece başının ağrısı da geçivermiş.
Oturduğumuz mahallede, yaşadığımız şehirde, vatandaşı olduğumuz ülkede veya sınırları aşıp gezdiğimiz dünyada mutlaka “dört başı mamur” insanlar var fakat başının ağrısını geçirmek için dört gözle parçalayacak ‘ahmak’ bekleyen kurtların varlığı da hiç bitmiyor, ne yazık ki. Ahmak derken, “iyi olanı” aşağılamak için söylemiyorum. Aklını, olması gerektiği gibi kullanmayan, yanlışlarından ders çıkarmayan kişiyi kast ediyorum. Örneğin, tarih boyunca ‘iyi’ neden mutlak “iyiler” mertebesine bir türlü geçmeyi beceremedi, diye düşünmek gerekmez mi? Bence teknolojiden sonra, önümüzdeki yüzyılın en çok kafa yorulan konusu bu olacak, olmalıdır. Çünkü pratik yaşamın içindeki adaletsizliklerden, neredeyse yeryüzündeki tüm insanlar şikâyetçi, sermaye sahibi ve yönetenler dâhil. (Sermaye zaman zaman el değiştirir, kuklanın iplerini elinde tutanlar ise yönetilenlere yönetenleri değiştirtir.)
İşlevsiz Yüce Hizmetçi
Cezayir doğumlu Fransız filozof Jacques Ranciere, Cahil Hoca kitabında “İnsan, bir zekanın hizmet ettiği bir iradedir” der. Dolayısıyla “iradeni ortaya koy” derken insandan kendini ortaya koyması beklenmektedir. Hal bu iken, uzun ve meşakkatli bir tarih süreci geçirmiş olmasına rağmen ‘iyi’nin hala “iyiler” bütünlüğüne kavuşamamış olması, kimin hanesine yazılır bilmem ama ahmaklık değil de nedir? Herkesin bir irade olarak kendini ortaya koymayı birbirine bıraktığı bu can sıkıcı durum, kimseye gerek kalmadığı yerde sorun olmaktan çıkacaktır ama bunun için emareler trajik bir neticeyi gösteriyor gibi.
Şu da bilinmeli, hayatın karanlık ve soğukta bırakılmış tarafına avuç avuç ışık ve yüreğindeki sıcaklığı taşıyan, taşıma gayretinde olan, bu makus talihi değiştirmek için canla başla mücadele eden bireyler sayıca oldukça fazla. Ekonomik ve ideolojik çıkarlar, gruplaşmalar, şucular veya bucular bütünleşme enerjisinin önünde dört bir yanına ateş akıtan volkanik dağlar, katrandan meydana gelmiş büyük denizler gibi engel oluşturduğu da bir hakikat.
(Özgür Köşe'deki yazılarda bulunan ifadeler yazarına aittir. Gazete İsveç'in editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.)